Bir insan niye kendi kendine söz verir ki ya? Boşuna yük
ettim kendime. Neymiş? Her gün 20 dakika yazacakmışım da, Word dosyasına
ısınacakmışım da. Hey Allah’ım. Tamam, ısındım. Bırakamaz mıyım artık? Neden
bırakamıyor muşum ya? Allah Allah! Niye mecbur muşum? Söz vermişim. Tamam
arkadaş söz verdim de, o sözü ben vermedim mi? Kendime vermedim mi? Yabancı
sayılmam sonuçta verdiğim sözü tutmasam kendimi affedemeyecek miyim? Edeceğim.
Ne? Kendime saygım mı olsun? Ay var benim kendime saygım, hep kibar kibar
saygılı konuşurum. Hep sizli bizliyimdir. Gerçi sizli bizli olmak da biraz
tehlikeli sanki değil mi? Neden siz? Neden biz? Birden fazla kişi mi var? Ne?
Kişilik bozukluğu mu dediniz? Ay siz de iş açıyorsunuz başıma. Kendi başıma
açtığım işler yetmemiş gibi. Sizlere kendi başıma açtığım işlerden bahsedeyim
mi biraz, ne dersiniz?
Ay bahsetmeyeyim bunlardan, çok sıkıcı bunlar. Üf daha
sadece beş dakika oldu. Durun ya, aklıma şöyle bir fikir geldi. Şöyle yapsak,
hani 20 dakika dedik ya, bence o biraz çok oldu. Böyle onu günden güne
azaltsak. Mesela her gün bir dakika azaltsak. Ya da ilaç bırakır gibi, 20
dakika, 15 dakika, 20 dakika, 15 dakika, 10 dakika, 15 dakika, 10 dakika, 5
dakika, 10 dakika, 5 dakika, 5 dakika ve bitti. Bence çok iyi fikir ya. Hem
bünyeme de ağır gelmez.
İlaç demişken, en son Cipralex’i böyle bırakmıştım. Allah da
bir daha bıraktırtmasın. Kardeşim o ilacı bırakmak başlamaktan daha zormuş.
Nasıl bir can sıkıntısıdır öyle. Bağrımı söküp atasım geliyordu.
Cipralex demişken, geçen gün Kübra önümüzdeki arabanın
arkasında şöyle bir yazı gördü: “Miras değil, alın teri.” Sen de öyle
yazarmışsın falan dedi. Ben de şöyle bir şeyler söyledim. Durun azıcık aşağıda
söyleyeceğim ama Kübra’ya söylediğimden daha fazlasını yazacağım. Şunları dedim
işte:
- Miras değil, Kpss ile atandım.
- Bu araç Cipralex sponsorluğunda alınmıştır.
- Bu aracın alınmasında bütün kamuoyunun etkisi vardır.
- Bu aracın alınmasında MEB’in katkısı yok sayılamaz.
- Bu aracın alınmasında şehrin içine eden plancıların, belediyecilerin, bürokratların ve daha pek çoklarının katkısı vardır.
Kardeşim, siz doğru düzgün ders saati koyaydınız da, o
saatte otobüs olaydı da ben araba almayaydım. Gerçi saat doğru düzgün olsa, ben
arabayla gidemeyecek kadar trafikli bir yol olacaktı orada. Eh o zaman da şöyle
derim, siz şehri adam akıllı düzenleseydiniz de, öyle trafik olmasaydı. Toplu
taşımalar yeterli olsaydı, bilmem ne. Siz şöyle bir raylı sistem
düzenleseydiniz de uzakları yakın etseydiniz. Siz bizim bekar mı evli mi
olduğumuza bakmadan tayin olma hakkı verseydiniz de böyle yollarda sebil
olmasaydık. Siz, cipralex içmeye gerek kalmayacak raddeye getirseydiniz de,
öyle eline ekmeğini al falan demeyeydiniz de. Ah ulan ah. Çok öfkeliyim size.
Bazen sizi anlayabiliyorum ama yine de bu öfkeme engel
olamıyorum.
Neyse ya, akşam akşam böyle sinirli sinirli şeyler yazmak
istemiyorum. Güzel şeylerden bahsedelim değil mi?
Seyahatlerden,
yolculuklardan, yolda tanışılan güzel insanlardan, güzel yemeklerden, içilen
berrak sulardan, yüzülen serin sulardan, yürünen sıcak kumlardan, dinlenilen
ağaç gölgelerinden, taze dallardan koparılan meyvelerden, limonlu dondurmalardan,
hasır şapkalardan, parmak arası terliklerden, uçuşan elbiselerden, kiraz
küpelerden, boncuklu kolyelerden, mavi denizden, beyaz buluttan, uzaktaki
yelkenliden, limandaki cruise’dan, kamaradaki bavulumuzdan, bavuldaki
haritadan, haritada işaretli yerlerden, oralarda içilen kahvelerden, buluşulan
dostlardan, konuşulan konulardan, verilen davetlerden, gidilen
misafirliklerden, ağırlanan misafirlerden, hazırlanan yer yataklarından, temiz
çarşaflardan, kalabalık sofralardan, demlik demlik çaylardan, üzerine bir de
ikram edilen türk kahvelerinden, yanlarındaki lokumlardan, ah bir şerbetlerden…